kusmaca

ne bildiğimi soruyorum ben kendime "aşk" hakkında. bunun neye benzediğini, ve -eğer bu bir duygudan ibaretse-ne zaman hissedildiğini, öncesi ve sonrasındaki değişiklikleri, aklınıza gelebilecek her türlü genişletme ve açılım sorusunu soruyorum kendime. neden bilmem ama sadece soruyorum. cevapları vermek için zaman ayırdığımı, ya da üzerinde oturup kafa yorduğumu hatırlamıyorum. gerçi hatırlıyorum, ama hep hatırlamazdan gelip, üzerinden geçip gidiyorum cevapların, umursamadan, anımsamadan.

daha önce anlatılmış olan kişisel duyguların tekrarlanması mıdır aşk acaba farklı ve halef selef olmaktan öteye geçemeyecek bedenlerde? birilerinin sürekli olarak bahsetmesinden dolayı zihnimize kazınmış olan ve zorunluymuş gibi, sanki olmazsa olmazmış gibi zorla hayatımıza soktuğumuz bir sözleşme mi acaba? eğer ki birileri anlatmışsa, ve kendilerine ait deneyimlerden ibaretse aşk, bizde neden ve nasıl o deneyimler tekrar bulsun, yeniden ortaya çıksın? bir başkasının duygularını mı yaşyoruz bu durumda? ya da bir başkasının bildiği ve ifade ettiği ruh hallerini gerektiği kadar olmasa bile elimizden geldiği kadar kopyalayıp trendlere mi uyuyoruz cinsel kaygıların arkasında kaldığımızı su yüzüne çıkarmadan? bir başkasının duygularını yaşamaksa eğer mevcut hali, ilk yaşayan ve ilk anlatan mıdır acaba en saf halini yaşayan, kopyasız, benzersiz ve öncesiz halde? ya da bir başkasının kurguladığı bir ağ çerçevesinde çeşitli algoritmaları devam ettirerek, geçmişte ifade edilen ruh hallerini kopyalıyor isek "aşk" adı altında, bunun "bize" ait tarafı nedir? bizden olan parçası var mıdır?
bilemiyorum...

aslında oturup sorular ve sorgularla zaman harcamak bile tam anlamıyla gereksizlikte açığa doğru kürek çekmek. neden bir ifade karşılığı olmak zorunda olsun ki? ya da neden bir duyguyu ya da en azından duygu olduğu varsayılan ruh halini tanımlamak bu kadar önemli olsun? önemli olması için epeyce sebep var elbette. ama tüm bu sebepler global ve ticari yapıya sahip, sadece maddedeki karşılıkları itibarı ile saygı gören, kaygı sahibi yapan sebepler. varolan o muhteşem döngünün çarkları arasında engelleyici bir parça kalmamasını sağlamayı kendine ilke edinmiş insan veya herhangi başka şeylerin ortaya koyduğu sebepler, sonuçlar.

bir et parçası olarak hayal ettim geçmişte aşkı. hisleri olmayan, innervasyona sahip olmayan bir et parçası gibiydi ve gelip bir gün bir şekilde yapışıyordu kaba etinize. üzerine oturamıyordunuz ki kaybolsun, çekip alamıyordunuz ki yok olsun. o hep orda kalıyor, kaş göz çizseniz bile çirkinliğini değiştiremiyordunuz. kaybolmaması yüzünden maddi ve manevi ağırlığıyla birlikte yaşamaya mecbur oluyordunuz. ısırmasa da invaze oluyordu dokularınıza. dişleri yoktu ama acıtıyordu ve işin garibi kaba etinize hickey ya da saat yapmasa da, çekip ordan alırsanız bir gün, ömür boyu kalacak bir yara ile yaşamaya başlıyordunuz. sonra sonra değişmeye başladı fikirlerim. tamam, bir et parçasıydı hala, ama kaba etinize tutunmuyor, akciğerlerinizden içeri süzülüyordu. sigara gibi, uyuşturucu gibi doluyor içinize, yukarda bas bas bağıran kafatası içi dokularınızı devre dışı bırakabilmek adına türlü işle gerçekleştiriyor ve sonunda galip oluyordu. nefes almalarınız bile değişiyordu hakimiyetinin sonrasında.

sonra sonra bundan da vazgeçtim aslında. neden bir et parçası olsun ki? neden omuzlara binen yük değil, ya da ayaklarımızı zemine bağlayan zincir-pranga değil, ya da en basitinden avuçlarımıza saplanan ve sevgili motifine uydurmaya çalıştığımız insanın ayakta kolları açık haldeki çarmıhvari bedenine kendimizi çivieleyebilmemizi sağlayan bir şey değildi? neden olmasındı? sonra sonra anladım ki münferit hadiselerin aşka yaklaşımı, bir fok balığının ülke başkanı olmaya bakışından çok farklı değilmiş. çünkü tanımıyormuş münferitler de aşkı, senin benim gibi yani. sadece okuduklarıyla kalmış, geçmişte başka bir ad bulunamayan her şeyi aşk diye adlandıran düzinelerce dallamanın oyununa gelmiş o da. her şey aşk olmuş biz de yutmuşuz kırmızı hap misali. ama ortalıkta hala bir tünel yok, diğer yanda bekleyen alice de yok.

ekranlara bakmaya başladık artık, üzerinde telefon markası ya da digitall technology yazan ekranlara. ruhlarımızı olduğu gibi yansıtmasını ama bir tek bize göstermesini beklediğimiz soğuk plastikten ekranlara bakıp kalıyoruz. trenler geçirip bedenimizden, hayatımız boyunca bir tek ray görmediğimizi anlatıyoruz. kumlara uzanıp serin suların ayağımızı öpmesinden bahsedip, denizden korktuğumuzu belirtiyoruz sonrasında. hep çelişkilerin insanıyız hepimiz, çelişki ve tutarsızlığın insanı. tıpkı aşk romanlarındaki aptal gibi, hep özentiden, hep kopyacılıktan.

hele hele insan çalmalarımız yok mu? insan apartmalarımız... apayrı bir alem bu hadise. bembeyaz kağıtlar gibiler hepsi, alıyoruz bir tanesini ve yerleştiriyoruz fotokopi makinesine. üstteki hazneye ise avuçlarımızda kalan son ekmek kırıntısı gibi sakladığımız ve muhtemelen hakikaten aşk için yegane hedefimiz ya da erek noktamız olan kişinin görüntüsünü yerleştiriyor ve kopyalama tuşuna basıyoruz. fotokopi makinesinin yetersiz kaldığı yerde kalemimizle rötuşlar gerçekleştiriyor, mabetlerimize asıyoruz bu resimleri. ayakkabı bağlarımıza desen olarak dokuyor, yeri geldiğinde şarkı yapıyor, film yapıyoruz.

ve kendimden o kadar nefret ediyorum ki hala oturup buna dair sorgulamalarda bulunduğum için, anlattığım takdirde sizin de benden nefret etmenizden korkuyorum. ama nedense anlatıyorum, böylesine aptal hale getiriyor bu meret işte insanı-eğer varsa öyle bir şey-. kendimden nefret etmek için bir başka sebep ise, fotokopi makinesini icat edebilmek için yalvarışım tanrıya. bir hayali gerçeğe dönüştürebilmek için yırtınmama, saçmalamama şaşıyor ve kendimden sadece nefret edebiliyorum sanırım.

örnek mi verdim bilmiyorum aslında, dönüp de ettiğim kelamın tümüne bakacak, göz gezdirip yorumlayacak halim kalmadı. gözlerim artık yavaş yavaş hayata kapanmaya başladı. en son karanlığın ne kadar derin olacağını merak ediyorum ben. yaşamak gibi mi acaba? yoksa gerçekten bir karanlık var mı bundan sonra? ahh... canım yanıyor...

Yorumlar

ADO dedi ki…
kusura bakma ama eğer şuanda 17 yaşımda olsam belki bende aşk hakkında bukadar şey yazabilirdim. belki daha fazlası ama 27 yaşımdayım ve aşk biterse gider diyebiliyorum ben onu o beni severken güzel bunun dışında hiç bi anlam ifade etmiyor ve herkez içinde etmemeli. tabi benim fikrim
Hayalmeyal dedi ki…
Aşk bildiğin bütün şeyleri unutturur. Ezber bozar Aşk, sana özeldir, başkasının söylediklerinin, başkalarının ne yazdığının önemi kalmaz, zaten aklında da kalmaz okudukların. İki kişinin yarattığı tek kişilik bir dünyaya dönüşür ve bu her iki kişide farklılık gösterir.
Ne söylendiği ne yazıldığı önemli değildir. Yaşamak lazım ve bir kere yaşadıktan sonra, her defasında sonunda acı vereceğini bilsen bile bir daha yaşamak istersin, böyle de lanet bir şeydir.
ado dedi ki…
o dediğin bikere olur ondan sonra yaşadıkların her defasında ilkinda daha eksik kalır

Bu blogdaki popüler yayınlar

bir çarşamba akşamı..

gol sevinci - gutiden gol haberi

yapma boruc, 3 oldu!